İstanbul’da, Kadıköy semtindeyim. Harika bir sabah, onun
kadar harika martı sesleri. Bir o kadar boğucu güneş. Dışarı çıkmak için hiç
uygun bir saat değil. Hep böyle oluyor temmuz zamanı zaten. Hep öğleden sonra
güneş gider ılık-serin arası hoş rüzgar. İstanbul’un nefis kokusu. Şu
benzin-mazot kokusu değil yahu. Deniz kokusu. Her şeyi unutup, gözlerimi kapatıp derin
nefesime aldığım o koku. Müptelası olduğum o koku.
Evdeyim henüz tabi. Gözlerimi açtığımda üstümdeki ince örtü
bir kenara toplanmış, yastığım kafamın üstüne çıkmış. Darmadağın bir sabah. Ama
yazlar böyle sabahlarla güzel. Özlediğim sabahlar. Etrafta duyduğum yandaki açık
pencereden gelen martı sesleri. Hepsinin apayrı muazzam ritimleri var.Tabiri
caiz ise Tanrının melodileri.
Akşamdan tam olarak temizleyemediğim makyajım, uykuda
akıttığım gözyaşıyla yüzüme intikal etmiş. Yüzümü musluktan akan buz gibi suyla
serinletip yıkadım. Duşa girdim. Bu boğucu havada sık sık yapmanız gereken tek
şey duş almak. Çıktığımda saat tam 12:00’ydi. Hava nasıl sıcak nasıl sıcak insanı hemencecik bezdirebilir. Bu şehri sevmiyorsan
eğer tabi. Neyse ki duşun verdiği ferahlık her sabah beni bu durumdan uzak
tutuyor. Su ısıtıcıya fincanım kadar su doldurdum. Düğmesine bastıktan sonra
içeri gidip darmadağın olmuş yatağıma uzandım. Akşam telefonumla çektiğim
fotoğraflara baktım. Ne de güzel bir akşamdı. İstanbul’un gelmiş geçmiş en
sağlam konseriydi. Gittiğim ilk büyük
konser,Iron Maiden. Oradan eve getirdiğim bir sürü anıya baktım. Saç
bantları,T-shirt ler ve onlarca fotoğraf ve video. En güzel mi güzel anım.
Şimdiye kadar.
Tak! Ardından hışımla kaynayan suyun sesi. Dolaptan kahve kutusunu
aldım. Güzel bir sabah. Bol bol süt tozu kattım. Sabah sabah çarpar belki sert
kahve. Kahvemi aldığım gibi pencereye gittim derin bir nefes aldım. Kahve ve
deniz kokusu karışmış. Hayata bağlar, yeni bir güne başlamak için huzur verir
bazı şeyler. Eğer ben şu anda bunları düşünmeseydim bunlar o kadar sıkıcı
heyecansız gelirdi ki. Ama biliyorum ki, bazı şeyler sevdikçe güzel. İnsanından
tut şehrine, ülkesine, dinine. Postlarım olmalıydı. Arkadaşlarımdan gelen.
Akşam için çok heyecanlıydım. Sanırım hepsi birer fotoğraf isteyecekler.
Soracaklar ne kadar eğlendiğimi. Sanki mümkündü eğlenmemek. Hepsini cevapladım
heyecanla. Bilgisayarı kapadığımda saat 1’e geliyordu. Bulutlar engel olmaya
çalışıyor ama nafile. Benim kadar inatçıydı o gün güneş. İçimde kimsenin
göremediği kadar masumluk vardı. Hafif suçluydu ama özü iyiydi.
Evi toparlamam uzun sürdü. Şapşallığım kaç yıldır benimle?
Kendimi bildim bileli dağınım ben. Kendimi bildim bileli “şapaşol”.Her neyse.
Toparladım evi aceleyle derken saat 2:30 olmuş. Hazırlanmam için az vaktim
kalmış. Gardırobu açtığımla bir kaosla karşı karşıyaydım. Hangi elbise mi
giyerken görmedi ki? Heh. Bir tane kot elbise buldum. Bunu kesin görmedi.
Saçlarımı özgür bırakmaktansa dağınık bir topuz yaptım. Kot elbisemi üstüme
geçirdim. Daha sonra evde nereye koyduğumu hatırlayamadığım maskaramı
hatırlamaya çalıştım. Ev tekrar bir şey ararken dağılıyor hep, nasıl nefret
ediyorum. Neyse ki buldum, banyoda dolaplardan en küçüğüne kaldırmışım. Yüzümü
tekrar yıkadım. Hafif maskara sürdükten sonra, artık hazırım. Telefonumu da
uzun uğraşlar sonunda bulduğumda ayakkabı dolabından kahverengi deri babetlerimi
aldım. Askıdan da kırmızı ceketimi ve kahverengi minik sırt çantamı alınca
nihayet evden çıkabildim. Saat 3:30’du. Evin birkaç kilometre uzağında yol
çalışması vardı. Yollar bayağı dolambaçlıydı. Semt merkezine gelebilmek için
deli gibi yürümek gerekliydi neredeyse. Yürüdük tabi ne yapıcaz. Hafif ter
bastı beni. Klişe olacak ama kelebekler uçuşmaya da başladı midemde. İlk
buluşmamız değildi. Ama bilmiyorum, akşam gayet eğlenceliydi. Sadece o da
olmadı, bu konsere gitmek isteyen birçok dostum da vardı. Bir sürü anımız
olmuştu hem. Bugün konuşabileceğimiz bir sürü konu. İdmanı vardı onun da bugün
aslında. Gitmedi tabi. Yordum sanırım onu, o gitmek istemedi ama ben istedim. Sadece benim için geldi. Gelsin benimle olsun bu güzel günümde diye.
Sahile vardığımda yeterince hatta fazlasıyla heyecanlıydım.
Her buluşma neden ilk buluşma gibi olur ki. Her ne ise bu durumdan gayet
memnundum. Kayalardan birine oturup denizi kokusuna dalmışken hem alışkın hem
de müptelası olduğum bir koku daha yerleşti nefesime. Onun kokusuydu. Ellerini
gözlerimde hissettim. Sonra dudaklarını yanağımda. O sevimli sesiyle ‘’Üzerindeki
elbiseyle seni tanıyamayabilirdim ama babetlerini tanımamak mümkün değildi’’ dedi.
Bana bakıp gülümsedi. İçim onla doldu. Taştı. ‘’ Geciktin.’’ Dedim beklediğim kadar
sert bir sesle. Neden yaptım? Neden böyleyim? Hayır. Bugün akışına bırakıyorum
dedim kendi kendime. Zaten gülüşü buna yetiyordu, bütün sinirimi kırgınlığımı
alıp çekiyordu. Gözleriyle gülünce bir de deme keyfime. O benimdi. Her şeyiyle.
Ben de onundum. Sevecen bir tavırla ‘’Gel otur yanıma yoksa atarım kendimi’’
dedim. Güldü. Yine güldü…
Uzun bir süre boyunca oturduk. Kahkahalar gülmeceler derken
saat 4.30 olmuştu. Hava artık serin, güzel. Aklıma gelen tek şey vapur oldu.
Elinden tuttum ‘’ Bu güne, bu güzel havaya bir vapur sefası yaraşır, bir de ben
çok acıktım.’’ Gülme işte yine gülüyorsun. Beni tutsak ediyorsun hep. ‘’yemek
yiyelim sonra vapur sefası yaparız.’’ Aniden. Ben de ‘’Ne gerek var canım simit
yeriz,önceden de olduğu gibi. Hem vapurda pahalı oluyor her şey. Bak şurada bir
seyyar satıcı var oradan hallederiz.’’ dedim. Kafasını evet dediğini belli edercesine salladı.
El ele koşturmamız zaten hep olan bir şey. Hala şükrediyordum topuklu yerine babet
giydiğime. Vapur girişine koşa koşa zar zor yetiştik. Mutluyduk,her zaman
olduğu gibi. Kahkahalar atıyorduk. Herkes bakıyordu bunların amacı ne diye. Ne
bu kadar komik olan? Bilmiyorduk ki. Kıskanıyorlardı belki. Evet evet kesin
öyleydi.
Vapurun içi öğle sıcağı kadar bunaltıcıydı. Biz her zaman
dışarıyı tercih ediyorduk. Ben dışarı çıkarken o çaylarımızı almaya gitti.
Geldiğinde denizin müthiş kokusu susam kokusuyla birleşirken karnım iyice
acıkmaya başladı. Geldiğinde çayların sıcağından dolayı şikâyetçi gibiydi. Yüzünü
somurttuğu nadir zamanlardan biriydi. Hemen aldım ellerinden çayları. Birlikte
bir çırpıda yedik her şeyi. Epey acıkmışız zaten. Karşıya vardık. Hedefimiz günü
Galata Kulesinde sonlandırmaktı. El ele tutuşmaktan ellerimiz terlemeye
başlıyordu ama bu çok de umurumuzda değildi. Yürüdük, yürüdük, yürüdük.
Ayaklarımıza karasular indi. Ama yol bitmedi. Ara sıra durup dinlendik tabii
ama genel olarak hep yürüyorduk. Tuttuğunu koparan insanlardık. En ufak meselede bile
kavga etsek de bu bizi hırslı yapıyordu.
Galata’ya vardığımızda saat akşam 8.00’di. Kulenin dibine
attık kendimizi birden… Birden bir şey söyleyecekmiş gibi nefes alışı değişti.’’
Bütün güzel anılarımda, bütün zor günlerimde, her sabahımda,her gecemde sen yanımda
olsan?’’ dedi. Bu neydi şimdi? Bir evlenme teklifi miydi? Biz bir mi olacaktık?
O şanslı kadın ben mi olacaktım? O güzel gülüşü kalbinin baş tacı yapan o
şanslı kadın? Henüz ona onu sevdiğimi söylememiştim doğrudan. Kimseye
söylememiştim. Şimdi tam sırası mıydı yoksa zaten belli etmiş miydim?
‘’Her zaman o güzel gülüşünle uyansam? Gözlerinin içinde
kendimi hissetsem? Hayatımı seninle sonlandırsam.’’ derken parmağını
dudaklarıma yerleştirdi ‘şşş son yok,şu anlık sonlanan hiçbir şey yok’’içim cız
etmişti sanki, ‘’peki..Ben bunu daha önce kimseye söyleyemedim.Biraz
zorlanıyorum elbet ama dürüst olmak gerekirse şu an tam sırası,ben seni çok
seviyorum,seni kalbime sokup saklamak istiyorum. Ama merak etme bu kadar cani
değilim.’’. Gülümsedi güzel yüzü. Gülümsedi güzel gözleri. Mutlu oldu. Hissediyordum.
Her zaman mutluydu ama şu an farklıydı. Biliyordum. ‘’ Beraber aynı hayatı
yaşamak için bir engelimiz yok işte, daha ne bekliyoruz? dedi. Nasıl diyecektim? Nasıl onu bu kadar mutluyken
söyleyecektim? Ama olması gerekiyordu. ‘’Hani bir ay önce ben sana küçük bir
seyahate çıkıyorum demiştim 1 hafta yoktum ya?’’ Yüzü vapurdakinden daha
kötüydü. Bir anda değişti. Şüphe doldu içi.’’Evet,annenlere gittin sanıyorum.’’
Dedi. Cevap bekliyordu. Bense nasıl söylerimin hesabını yapıyordum,aniden
döküldü içimdeki zehirli sözcükler.. ‘’O zaman hastaneye gitmiştim… Ve artık
iyileşmem için çok geç.’’ Kaldı öylece karşımda. ‘’Ne! Ne hastalığı bu ? Vardır
bir çaresi eminim,Amerika’ya gideriz belki bulunur. Kestirip atamam,böyle olmaz
beni böyle bırakma… Lütfen.’’ İçimden bir parça koptu. Ağlıyorduk. Gözlerimizin
içine baka baka. Düşünüyorduk. Bir anda öyle sıkıca sarıldı ki bana kokusunu
içime çektim yine,acıyla bu sefer,özlemle.